Gazeteci
Cengiz Çandar, Türkiye’deki duruma ilişkin, “Allah beterinden saklasın,
çünkü daha kötüsünü görmedik. Erdoğan zulüm uyguluyor, zalim biri. Gezi olaylarında Erdoğan tarafından takınılan tavırda, zulüm uygulayabileceğini, iktidarın zalim olabileceğini görebildik.” dedi.
Yeni Özgür Politika’dan Fehmi Katar’ın sorularını
yanıtlayan Çandar, “Türkiye’de demokrasi ile yakından uzaktan alakası
olmayan kaba bir baskı rejimi var. Amiyane tabiriyle ‘Allah beterinden
saklasın…’ çünkü daha kötüsünü görmedik” ifadelerini kullandı.Çandar,
Türkiye’deki durumu, “Allah beterinden saklasın, çünkü daha kötüsünü
görmedik. Erdoğan zulüm uyguluyor, zalim biri” sözleriyle ifade etti.
Röportaj şu şekilde devam ediyor:
– AKP’nin
son 15 yılını özetleyip bugününe baktığınız zaman gördüğünüz nedir?
AKP’nin yola çıktığı günlerle ilişkisi
kalmadı. AKP siyasi partiden ziyade davası olmayan, iktidarda kalmaktan başka
bir amaç taşımayan, liderinin her türlü arzusuna boyun eğmeye kendini mecbur
hisseden bir çıkar konfederasyonu oldu. Kendilerinin de söylediği metal
yorgunluk, iktidar yorgunluğu yaşıyor. Davalarını kaybetmiş olmanın yol
açtığı ve çok da meşru olmayan bir yükümlülüğün altına girmiş olmalarının
içlerinde yarattığı ağırlık altında ezilmiş, enerjisi olmayan, yaşlanmış,
geleceği olmayan bir grup…
– Bunu
söylerken sadece AKP’nin yöneticilerini mi kastediyorsunuz? Çünkü onları
destekleyen ciddi bir kitle de var?
Onları destekleyen bir kitlenin olduğu
şüphesiz. Yalnız o kitlenin niye desteklediği, ne kadar olduğu, desteğin
nereden kaynaklandığı, ne kadar sürebileceği ciddi bir sosyolojik araştırma ve
tartışma konusu. Bu desteğin çok büyük bir bölümü Tayyip Erdoğan’ın şahsı,
şahsiyeti, karizmasıyla ilgili.
Bir de iktidarın nimetlerinin sağlandığı
bir paylaşım ile geniş bir insan kitlesinin bir çıkar kesişmesi, çıkar
ortaklığını becermesi ile geliyor. Bu da kurumsallaşma ile değil tek lider
kişiliği üzerinden gerçekleşen bir durum; dünyanın her yerindeki örnekleri
gibi. Bu anlamda Tayyip Erdoğan çok önemli bir figür. Dolayısıyla AK Parti’yi
destekleyen AKP’nin kitlesi; AK Parti deyince çok aklamış gibi oluyorum, onun
için AK Parti kelimesini çok uzun zamandır kullanmak yerine AKP demeyi daha
uygun buluyorum.
AKP’nin bu büyük sayılması gereken
kitlesi, AKP’nin programı, ilkelerinden ziyade; iktidar paylaşımının getirdiği
dürtülerle o tek liderin etrafında kenetlenmiş bir manzara var. Denklemin
içinden Tayyip Erdoğan’ı çekip çıkardığın zaman AKP devam eder mi? Etmez, AKP
yok olur. AKP büyük biçimde Erdoğan’ın ismiyle artık iç içe geçmiş bir parti. Tayyip
Erdoğan bir lider için gerekli olan, nasip olabilecek, bayağı geniş bir kitle
desteğine sahip. Bunu görüp, kabul etmek lazım.
Yalnız bu desteğin böyle olmasında
onun kendi özelliklerinin de rolü var hem de iktidar nimetlerini ustalıkla
edinmiş, bunu paylaşan geniş bir kitle var. Onun sayesinde olan bir şey; yoksa
partinin MKYK’siymiş, yok Parti Meclisiymiş, parti tüzüğü, yönetmeliği ile
sağlanmış değil.
–
Demokrasi adına olumlu anlamda motive eden kalemler arasındaydınız. Sizin için
asıl kırılma noktası neydi ?
Ben bunu yazılarımda da dile getirdim. Ben,
hiçbir zaman AKP’li olmadım. AKP’yi, askeri vesayeti zayıflatacağı,
zayıflatıyor göründüğü ölçüde, AB kapılarını zorladığı ve bunu yaparken de
özgürlükleri genişletme mecburiyetinde kaldığı için destekledik. Ama açıkçası
AKP’li olmadık. Benim de dahil olduğum insan grubu, bir güzergahı, bir hedefi,
bir amacı destekliyorduk.
AKP ile yollarımızın bir dönem kesiştiğini
söyleyebilirim ama zaten AKP’li olmadığımız için hem ideolojik hem de ruhi bir
mesafe vardı. Bir de memnuniyetle söyliyeyim ki, parasal çıkarlarla falan
hareket eden biri olmadığım için de AKP’nin o cazibesiyle hiç ilgilenmedim.
Nereden baksanız, 68 kuşağıyız biz. Dava gibi kavramlarla kişiliği inşa edilmiş
biriyiz. Uzun süre Filistin mücadelesinin bir ferdi oldum. Yani benim kişilik
okulumda, terbiyemde öyle para, pul, sıfat, imkan, müteahhitlik gibi şeyler
yok, olamaz. Dolayısıyla var olan mesafe bir gün kopmaya müsaitti.
– Bu kopuş
noktası nereden oldu?
Bu biraz da evrimsel oldu. 2007’den sonra
yavaş yavaş, 2010’dan sonra hızlanarak oldu. 2011 seçimlerinden sonra, yüzde 50
aldıktan sonra Türkiye’ye müthiş bir demokratik alan açma seçeneğini
yakalamışken, tam tersine tek adam ve baskı yönetimini seçti. Ondan sonra zaten
iyice mesafe açıldı. Ama illa geri dönülmez, tekrar köprüler kurulamaz an neydi
diye sorarsanız, Gezi olayları diyorum. Bunu da yazdım. Sebebini de çok açık
şekilde açıklıyorum; Gezi olaylarında Erdoğan tarafından takınılan tavırda,
zulüm uygulayabileceğini, iktidarın zalim olabileceğini görebildik.
Benim zalimlerle bir işim yok, ben
hayatı zulme karşı olmuş biriyim. Eğer bir yanılgı olduysa, ben Erdoğan’ın
zalim olabileceğini hiç düşünmemiştim açıkçası. Bu, benim için aynı zamanda
büyük bir hayal kırıklığıydı. Bir sürü insan nasıl düşünemezsin diye itiraz
edebilir, ama itiraf edeyim ki düşünmedim, düşünemedim, aklıma gelmedi. Ama
Gezi bana bu iktidarın ve bu iktidarın başındaki kişinin zalim olabileceğini
gösterdi. Zalimlerle işim olamazdı. Vedalaştık, ‘görüşürüz’ de demedik,
‘elvada’ dedik.
– O
süreçten 15 Temmuz’a kadar zaten artık evrimsel değil de devrimsel
diyebileceğimiz şeyler oldu. En son 15 Temmuz’da da AKP’nin o zamana kadar
ortaklaştığı Gülen ile çatışması oldu. Bu iki eski ortağın çatışması sizin için
ne ifade ediyor?
Bu, öyle bir iki cümle ile
cevaplandırılacak bir soru değil, söyleyebileceğim birkaç şey var. Gülen
hareketinin yargı ve polis içinde kilit noktaları ele geçirip, özellikle Kürt
sorunu konusunda son derece olumsuz rol oynadığını KCK operasyonlarının esas
olarak onların işi olduğunu o zaman da biliyordum. Hatta, ben direkten döndüm,
beni de içeri atacaklardı; Gülenci polisler, Gülenci yargı üzerinden KCK
operasyonlarıyla içeri girmek üzereydik.
Oslo görüşmelerinde, PKK ile
görüşmelerde yer almış MİT Müsteşarı’na yönelik operasyon yapıldığında karşı
çıktım; böyle şey olmaz dedim. Siz bir gizli istihbarat örgütüne, gizli
faaliyetinden dolayı böyle saldırırsanız, o devletin kapısını kitleyin gidin.
Yani ilkesel olarak olmaz. Örgütün yaptığını beğenin, beğenmeyin o ayrı bir
mesele. Olacak bir iş değildi. Bunun Erdoğan’a yönelik bir hamle olduğunu ve
bir darbe potansiyeli taşıdığını, buna karşı çıkmak gerektiğini söyledim.
GÜLEN CEMAATİ DENDİLDE AMA FBI KENDİSİ BİZZAT YAPTI
Meşhur 17-25 Aralık, ki 15 Temmuz’dan
önemli ve bizzat Erdoğan tarafından milat denildi, bir tür darbe girişimi
miydi? Evet, öyleydi. Ama zaten aralarında savaş başlamıştı, kılıçlar
çekilmişti. Gülen hareketinin en önemli varlığı sayılan okullara yönelmişlerdi.
Karşılıklı savaş ilan edilmiş, kılıçlar çekilmiş, biri bir hamle yapıyor, öbürü
başka bir hamle yapıyor; savaş halindeydiler.
17-25 Aralık bu genel savaş halinin
bir aşamasıydı; Gülencilerin Tayyip Erdoğan’ı devirme hamlesiydi. Fakat devirme
hamlesi için sundukları delillerde, iddialarda gerçeklik var mıydı, evet
vardı.
Şimdi bu Zarrab davası ile
Amerikalıların kendi yaptıkları dinlemelerle delilleri elde ettiler. Gülenciler
devlet içinde sızmış, ‘FETÖ işi’ deniliyor ama ABD’nin kendi teknolojik
imkanları ile FBI gibi kuruluşlar aracılığıyla bizzat kendilerinin o dönem
dinlemeler yaptıkları ortaya çıktı. İşte o tapeler şimdi davada kullanılıyor.
Türkiye’de basın, ifade özgürlüğü kalmadığı için Türk medyasına yansımıyor
bunlar, ama internet medyasından, oradan buradan öğreniyoruz.
O Yüzden, 17-25 Aralık ikili bir
durumdu. İddialar doğru muydu? Doğruydu. Peki bu iddiaları kullananlar
Erdoğan’ı devirmek istiyorlar mıydı, evet o da doğruydu. Peki sonuçta ne oldu?
Sonuçta karşı atağı geçildi, yargıda, poliste temizleme yapmaya başladılar.
İktidar mücadelesinin bir gereğiydi o. Fakat bunun bir şekilde hukuki olması
gereken sürecinin önünü kapattılar. Dosyaları hasır altı ettiler mi? Evet,
ettiler.
En sonunda da Batı’nın İslam dünyası için
model olarak sunmak istediği Osmanlı mirasçısı, büyük bir İslamizmin iflasını
getirdi. Yani ılımlı İslamın iki kanadı birbiriyle müthiş kan davası ve iflah
olmaz bir çatışmaya girdiler. Bunun sonucu hem Türkiye mahvoldu hem de
İslamcılık bitti. Ama artık ılımlı İslamdı, İslamcı bir iktidar modeliydi,
Türkiye’nin örnek olmak haliydi, bitti bunlar. Türkiye kimseye örnek olamaz da.
Bu yüzden bu çok önemli tarihi bir gelişmedir iki taraf için de.
– Sağcılar
yıllarca mağduriyet üzerinden siyaset yaptılar. Ve bugün 15 yıl iktidarda
kaldıktan sonra da aslında en büyük savaşlarını yine birbirlerine karşı
verdiler. Bu 15 yıllık süreçten sonra Türkiye’de solun alternatif olma
potansiyeli ne kadar?
Sağcılar hala mağduriyet politikası
yapıyor. Sovyetlerin yıkılışı ile birlikte dünya çapında bir sol krizi var
zaten. Türkiye’deki sol kendini kemalist Türk milliyetçiliği formatından
tümüyle arındıramadığı için zaten hastalıklı bir haldeydi. Bir de Türkiye’nin
sosyal yapısı, tarihi özellikleri açısından baktığımız zaman Avrupa’da, Latin
Amerika’da, hatta Asya’daki sol partilerin tarihine benzer bir görüntü ortaya
koyamayız.
Türkiye’de sol oldum olası zayıftı bence. O
hareketten gelen birisi olarak, bu yaşa, bir sürü tecrübeden geçip, durduğumuz
yerden geriye gerçekçi bir şekilde bakmaya çalıştığımız zaman, aslında solun
Türkiye’de oldum olası çok zayıf olduğunu söylemek lazım. Aradan geçen bu kadar
zaman içinde daha da atomize olup zayıfladı.
Dolayısıyla sünni İslami kesimdeki bu iflah
olmaz, keskin iktidar çatışmasının solun önüne imkanlar açtığı mantıken doğru
gibi geliyor ama fiiliyatta öyle bir durum yok. Solun durumu bu mevcut
iktidardan daha da berbat. O bakımdan zaten bu iktidar her şeye rağmen varlığını
devam ettiriyor.
Türkiye’deki tek ilginç durum; aslında
haksız derecede üstüne ağır yüklenen faktör Kürt hareketidir. Kürt hareketi
solun da ilkelerini, ideallerini, amaçlarını sırtlamış gibi. Kürt hareketi
baskıya uğramış, inkar edilmiş, ezilmiş, mazlum bir topluluğunun siyasetini
yapıyor hem de Türk solunun yapması gerekenleri de yapması bekleniyor.
Bu haksızlık. Türklerin yapması gerekenleri
de Kürt hareketinin üstüne yıkıp ondan beklemek ayıptan öte zor bir iş;
olmuyor, olamaz da. Dolayısıyla Kürt hareketinin de Türkiye’de Türk tarafında
sağlam bir müttefiki doğru dürüst çıkamıyor. HDP içinde; eşbaşkanlık, bir takım
figürler, bir takım Türk sol gruplarından gelenler var ama onlar da kendi
güçleri ile değil Kürt hareketinin sağladığı imkanlarla o sıfatlara, o rollere
sahipler. Ama bir yandan da hapisteler, soruşturma altındalar, mağdur
durumdalar o yüzden isim vererek haksızlık etmek istemiyorum. Bir anlamda Kürt
hareketi onları sırtında taşıyor.
Bir yandan Kürt hareketinin de üstünde
ağırlık yapıyorlar. Bireylerden bahsetmiyorum, Türkiye’de Türk sol olgusunun
Kürt hareketinin işini kolaylaştırmaktan uzak yapısal bir takım sıkıntıları
var. Bu sıkıntılar iktidar değişikliğinin önüne geçtiği gibi önümüzdeki dönemi
de belirsizliğe mahkum ediyor. Bu böyle devam edemez. Ama ne kadar devam eder,
neyle sonuçlanır, neresinden nasıl çıkılır, bunu göremiyorum.
Yeteneksizliğimden ötürü de göremiyor olabilirim ama göremiyorum. Yaşayıp,
görmek lazım.
– Daha önce
AKP ve iktidar olgusuyla ilgili durumu açıkladınız ama bugün Türkiye’de darbe,
hukuk, yasa bu kavramların hemen hepsinde bir anlam kargaşası yaşanıyor…
Türkiye’de demokrasi ile yakından uzaktan
alakası olmayan kaba bir baskı rejimi yaşanıyor. Amiyane tabiriyle ‘Allah
beterinden saklasın’ diye bir laf vardır, çünkü daha kötüsünü görmedik.
– Çünkü
artık mesela Batı medyasında Türkiye ile ilgili ‘mafya devleti’ tanımı
yapılıyor…
O yazı çok önemliydi, o yazıyı Ryan
Gingeras yazdı. Çok parlak bir son dönem Osmanlı tarihçisi. Bu olağanüstü
önemli bir yazı. Çünkü çok önemli çalışmaları var, Osmanlı’nın son dönemi, ilk
cumhuriyet dönemi tarihine ilişkin. Mesleki olarak parlak ve başarılı bir
tarihçi. Bu yazı (Mafya Devlet) Foreign Affairs’in dergisinin internet
sitesinde çıktı.
Foreign Affairs teorik konularda özellikle
uluslararası politikada Amerika’nın bir numaralı dergisidir. Öyle herhangi bir
imza da yazamaz, yazdığınız herhangi bir şey, dünyanın en önemli ismi de
olsanız yayınlanmaz orada. ‘Bizim bir ağırlığımız var, ismimiz var,
saygınlığımız var, Foreign Affairs’iz biz, bir numarayız, öyle yanımıza kolay
yaklaşılmaz’ edası, havası vardır. ‘Bu yazı bize uymaz’ derler.
Bu öyle sadece başlık değil. Şimdi iki şey
önemli: Birincisi; böyle bir yazının yazılmış olması hem de parlak bir Osmanlı
tarihçisi tarafından, bir de Türkiye’yi de seven birisinden, hani üst akıl
falan Türkiye’yi mahvetmek istiyor, öyle biri değil bu adam. İkincisi; Foreign
Affairs’te yayınlanmış olması çok önemli. Ben o yazıyı, yazının içeriğinden
ziyade, dikkatle birkaç kez okudum. Zaten Foreign Affairs’te çıkması kendi
başına bir mesaj taşıyor.
– Bir
yandan Türkiye’deki durumu çok net bir şekilde ortaya koyan tespitler çıkıyor
ama diğer yandan Kürt hareketi ve Kürtler bu güçler tarafından kurban
edilmişler duygusu taşıyor. Mesela, Almanya’da Facebook’da YPG sembolü gösterdi
diye yargılananlar var. Avrupa’nın Türkiye politikası bu minvalde nasıl
değerlendirilmeli?
Avrupa’nın Türkiye politikası ilgili çok
ciddi sıkıntılar var. Türkiye büyük bir ülke; jeopolitik öneminden de öteye bir
sürü Avrupa ülkesinin sermayesi ve şirketi için önemli bir partner ve pazar.
Avrupalılar ilkelere mi bağlı olacaklar, çıkarlara mı bağlı olacaklar. Bu ikisi
arasında yalpalıyor. Bu özellikle Türkiye politikasına da yansıyor. Hele
Brexit’ten sonra Avrupa Türkiye’yi toptan kaybetmek istemiyor.
Ne yapacaklarını çok iyi bilmiyorlar;
açıkçası sallanıyorlar. Yalnız Almanya’nın da içinde olduğu Avrupa’nın çok ayıp
bir tarafı var: Şu kadar mülteci geri gönderilecek, şu kadarını tutursan, şu
kadar para vereceğim; bu ahlaksız bir yöntem, gayri insani bir şey, insanlık
tarihinde olmamış bir şey, ayıp bir şey.
Fakat bir yandan da, ben geçenlerde
Düsseldorf’taki gösteriyi izledim. Orada da Kürt arkadaşlar vardı, bir takım
tanıdık figürler, benim de dostlarım, ellerinde megafonlar. Kitleyi alana
getirmiyorlar, alanda da bunlar konuşmacı, kitleyi göremiyorlar. Oradan öfkeli
demeçler veriyorlar.
Dedim ki bir yanlışlık var bu işte. O
arkadaşlarla 1979’da da beraberdik. Şimdi bayağı yaşlandık, saçlar da
beyazladı, döküldü, deriler buruştu, fakat aynı 1979 Türkiyesi gibiydi. Aynı
dil, aynı format. İstanbul, Ankara yerine Düsseldorf. Genel bir şikayet; polis
ile itiş kakış, o bayrağı indirin bilmem ne!
Ya, kaç yıldır Avrupa’da
yaşıyorsunuz, bir kere bulunduğunuz ülkelerin dilini öğrenin; o ülkelerin
siyasi sisteme içerden girip çok güçlü lobiler oluşturmak için hem zaman vardı,
hala da var. Polis ile ne itişiyorsunuz? Almanlara ‘Nazi’ demiş bir iktidar var
Türkiye’de. Bütün Almanya ayağa kalmış, sen gelip bir de Alman polisi ile
çatışıyorsun, Türkiye üzerinden.
Ciddi bir yanlışlık var dedim.
Stratejik ve taktik ikisi birden. Çok güzel söylediğin sözler doğru olabilir,
ama arkadaşlar 1979 İstanbul’unda değiliz. Aynı isimler, aynı figürler, 2017’de
Düsseldorf’ta aynı şey, bu olmaz. Başka bir şey olması lazım.
– Siz hem
Kürtleri hem de Kürtlerin yaşadığı coğrafyayı çok iyi biliyorsunuz. Kısa, orta
ve uzun vadeli Kürt okumalarınızı da bizimle paylaşır mısınız?
Cevaplaması zor bir soru, ama zorluğunun
altını da çizerek şöyle gireyim konuya: Yakın bir zamana kadar da iki şeyi
söyledim, inanarak söyledim; birincisi Kürtlerin Birinci Dünya Savaşı’nın zıttı
bir şekilde tarih sahnesine çok etkin bir aktör olarak çıkmış olduklarıdır.
Kürtler, Türkiye, Irak, Suriye,
kısmen potansiyel İran’daydı; genel olarak Ortadoğu’nun tarih sahnesine Birinci
Dünya Savaşı’nın bilinen hallerinin aksi bir şekilde çıktılar. Mükemmel durum,
Kürtler açısından bir sürü fırsat. Fakat aynı zamanda büyük felaketlerden de
korktuğumu, büyük yanlışlar yapılırsa Ermenilerin yaşadığı kaderi
yaşayabilecekleridir.
Ermeniler ata topraklarında yok
oldular. Bütün kurumları vardı, liderleri vardı, köylüleri vardı, esnafları
vardı, aydınları vardı, mühendisleri vardı, kiliseleri vardı ama kalmadılar.
Soykırım oldu. Kürtler de böyle felaketlerle karşılaşabilir. Yanlışlar
yapılırsa, korkumu da ifade ediyorum; bütün bu tarih sahnesine çıkışlarıyla
ilgili paralel bir şey diye ifade ediyorum.
Irak Kürdistan’ındaki gelişmeler,
korkularımın bana çok da yersiz ve hadsiz olmadığını gösterdi. Kendilerinden
beklenilmeyecek ölçüde inanılmaz siyasi hatalar yaptılar. Kürtlerin
bölünmüşlüklerinin aynı derinlikte devam ettiği bir kere daha ortaya çıktı.
Taraflar; Irak Kürdistan’ındaki iki tarafta birbiri konusunda doğru şeyler
söyledi.
Bir taraf haklı, diğeri haksız diye bir şey
yok. Fakat sonuç olarak Kürt ulusal merkezi olarak işlev görebilecek bir alan
kaybetti. Eylül 2017’e kadarki Kürt fotoğrafı Güney’in ortaya koyduğu
performans yüzünden Eylül 2017’in gerisinde, daha ilerisinde değil. Bir yandan
Rojava’da bir durum var. Türkiye’de rejim şu an ezmiş durumda, Kürt halkını,
Kürt mücadelesini.
İran’da yaprak kımıldamıyor. Bir
Suriye umut olarak çıkıyor, orada da sadece İran, Türkiye değil bir de Amerika,
Rusya var. Şimdi Kürtlerin önündeki imkanlar duruyor, fakat çok ince, kıvrak,
yaratıcı siyaset gerekiyor. Bu becerilebilinecek mi, nasıl olacak, umarım
becerilir. Ama dediğim gibi, kıvrak, oynak, yaratıcı siyaset gerektiren bir
durum.
Bir Suriye var şuanda Kürtler açısından.
Irak’ı ben belli bir vade için kaybedilmiş bir yer olarak görüyorum. Şu an
Neçirvan Barzani, Kubat Talabani etrafından ABD’nin desteği ile sanki Erbil
yönetimi o federal bölge ayaktaymış gibi, -ama geçelim artık, orda değiliz
artık. Büyük bir yıkım oldu. Hatta benim görüşüme göre 1975 ile
karşılaştırılacak ona yakın bir felaketle yüz yüze geldi Kürtler.
Nereden baksanız kaybettiler, Kürt ulusal
merkezi ağırlığını taşıyamayacaklarını ortaya koydular. Bu Neçirvan ve Kubat’ın
da taşıyabileceği bir şey değil. 1991’e geri döndük. Kan davası devam ediyor
aralarında. En önemli liderlerinden, tarihi liderlerinden biri ıskartaya
çıkartılmış durumda, Mesut Barzani gelemez artık kolay kolay, mümkün değil.
Dönmek istese de olmaz; kaybetti çünkü. 90 dakikalık maçın, 89. dakikasında gol
yedi, maç bitti. Celal Talabani öldü. Diğer liderin sesi duyulmuyor, hapiste.
İyi bir manzara değil bu, sıkıntılı bir manzara.
Irak’ı bir tarafa koyarsak, şu an elle
tutulur bir Suriye kalıyor. Türkiye’deki durum geçici bile olsa, umarım öyle
olur, yine de ezilmiş olduğu gerçeği var; işte hapistekiler, belediye
başkanlarının, vekillerin tutuklanması, şehirler yıkıldı, yaprak kımıldamıyor.
İran’dan ses gelmiyor. Ee, ne kalıyor bir tek Suriye kalıyor; orası da boş
değil, Amerika var, Rusya var, Türkiye var, İran var, rejim var.
Dediğime geleceğim, onun için Kürtlerin
tarih sahnesinde yerlerini güçlendirmeleri için burada çok kıvrak bir siyaset,
oynak bir siyaset ve akıllıca bir siyaset gütmeleri lazım. Bu yapılır mı, nasıl
yapılır onu bilmiyorum ama umarım yapılır diyorum.