ENES CANSEVER-HAFTANIN YORUMU
Cumhuriyetimiz 94. yılını idrak
ediyoruz. Anadolu halkının refah özlemi ise devam ediyor.
Bırakın temel insani hakları,
atmosfer oksijensiz adeta…
Acılar katmerleniyor, dramların
ardı arkası kesilmiyor.
Daha kaç dramı sizlerle paylaşacağımı bilemiyorum. Tek dileğim,
yaşanan acıların son bulması.
Eziyet, bazı yörelere zaman zaman uğrasa da lakin hiç terk
etmediği bir coğrafya var.
Ülkenin doğu ve güneydoğusu, on yıllarca hep inlemekle
geçirdi. İktidarlar geldi geçti, ama uygulamalar, malesef değişmedi.
Bilafasıla dayak,
sopa…
Asit kuyuları…
Beyaz Toroslar…
Acılar, acıları bulmuş.
Mezkûr acılar, kâh “Şeyh Sait ayaklanması” bahanesiyle yaşatılmış…
Kâh, “Dersim Ayaklanması” veya terör olmuş…
Aynı vatanda farklı kesimler arası, sürekli bir kin, nefret
ve öfke pompalanmış.
Tahrikler ve tehditler birbirini takip etmiş, buna bağlı
olarak, problemler sarmalı ve dramlar, adeta sıradağlar gibi yan yana dizilmiş.
O öyle olmuş, oldu ve olmaya devam ediyor…
Toplumun, siyasal gelecek adına duyguları param parça
edildi, kardeşlik söylemleri hep lafta kaldı.
Dağ ve bayırlarımıza barış hayal oldu. Köy ve şehirlerimize
huzur, ırak kaldı.
Devletin kaşları hep çatık, çehresi sert. Başkent’in
koridorları ise baskı ve zulüm platformlarına dönüştü.
Huzur ve barış hep temenni ve laf düzeyinde kaldı.
Gözyaşı ve acı Anadolu insanının, adeta kaderi haline
geldi.
Şehit cenazeleri ve taziye çadırları, bu memleketin alın
yazısı olmaya devam mı edecek?
Aslında bunca acılar bize ders olmalıydı…
Öyle ki, artık; ‘Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli’
atasözünün tecellisine dönüştü.
Peki, Cumhuriyet’i 94 yılda ne kadar demokratikleştirebildik?
İsterseniz 94 yılda kat ettiğimiz / edemediğimiz mesafeyi
somut olaylarla beraber adımlayalım, bazı soru işaretleri eşliğinde…
Her yıl 29 Ekim’de Cumhuriyet bayrağını övünçle sallarken,
demokrasiyi ve hukuk devletini ne kadar umursadık / umursuyoruz?
Demokrasi ve hukuk devletimiz, neden bir asırdır birinci sınıf
olmuyor?
Çarşamba’dan kalan hata ve yanlışları düzeltmezsek, Perşembe’nin
vahim tablosunu anlayıp, kavrayamayız.
Neden mi?
Çünkü: İskilipli Atıf Hoca’yı 1930’larda ‘Şapka
Devrimi’nden dolayı idam sehpasına gönderen cellat anlayışı tanımazsak,
Menderes’i vahşice ipe götürenlerin kim olduğunu çözemeyiz.
Çünkü; İstiklal Mahkemeleri’nin temelindeki iradeyi
irdelemezsek, bugün ülkemizdeki insanlık dışı işkenceleri, adam kaçırmaları,
faali meçhul cinayetlerinin üzerindeki sis perdesini aralayamayız.
Çünkü; Bediüzzaman Said Nursi’nin mezarının yerini saklayan
devletin sabıkalılarını ortaya çıkarmazsak, Ahmet Kaya’nın neden Fransa’da
toprağa verildiğini, 15 Temmuz Planlı darbeyle birlikte “Hainler mezarlığı”
fikrinin neye dayandığını asla anlayamayız.
Çünkü; Dersim’de 1937 ve 1938’de hortlayan o zihniyeti tanımazsak,
bugün Kürt veya Alevi düşmanlığı ve bu kinin, nereden kaynaklandığını veya
nereye dayandığını kavrayamayız.
Çünkü; Müslüman olmayan insanlarına, daha klasik deyişle,
‘gayrimüslimler’in mal ve mülklerine yapılan müsadereyi yapan acımasız, insafsız
ve ahlaksız yüzleri tanımazsak, Hizmet Hareketi mensuplarının mal, mülk, ev ve
işyerlerini gasp eden muktedirlerin, gerçek yüzlerini ve niyetlerini teşhis
edemeyiz.
Adına ister kıyım, ister Ermeni soykırımı, ister tehcir,
ister trajedi ne derseniz, Anadolu’da yaşanan bu acı olayların üzerindeki
perdeyi aralayıp, yapanları lanetle anmazsak, bugün Anadolu’nun fedakâr insanlarına,
Türküyle, Kürdüyle farklı kimlikten gelen insanlara, karşı takınılan kimlik kırımın
hangi duygulara yaslandığını anlayamayız.
Kısacası, İttihat ve Terakki zihniyetine dayanan tüm bu ayıpları
ortaya koymazsak, ne 1960 ne de 1970, 1982, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007 e-muhtırasının
figüranlarının gerçek resmini çizemeyiz.
Ortalama her 10 senede bir Türkiye demokrasisine yapılan
müdahaleleri kavrayamazsak, 15 Temmuz Karanlık darbesinin arkasındaki gerçek
hainlerinin kimliklerine asla ulaşamayız.
Sonuç olarak; Millî Şef dönemini yaşamış ve yaka silkmiş
bir Türkiye’yi unutur ve umursamazsak, gönüllü olarak “tek adam rejimine” doğru
hızla sürüklenişimizi asla idrak edemez ve topyekûn millet olarak karşı karışa
kalacağımız acı tabloyu öngöremeyiz.
İstiklal Mahkemeleri sırasında, tüm muhalif kesimleri
susturma ve sindirme amacıyla Kastamonu milletvekili A. Kadir Kemal’in; “Korkup
çekinmeye lüzum yoktur. İcap ederse, bu memleketi kurtarmak için 500 bin kişiyi
idam etmeli, bundan asla çekinmemelidir” talihsiz ve alçak ifadesini bir kez
daha yadımıza salmazsak, önceki gün bir haber kanalında Doğu Perinçek’in;
“Gülen Cemaati’nin, illa suçlu olmasına gerek yok, bu yapıyla bir bağlantıları,
ideolojik beraberlikleri olanlar ülkeden temizlenmeli” soykırımcı yaklaşımının
memlekete ne acılar çektirdiğini, bu jakoben anlayışın nereye dayandığını
hiçbir zaman anlayamayız.
Şeyh Said İsyanı gerekçe gösterilerek, 1925’te Takrir-i
Sükun Yasası’nın çıkarılmasıyla, Kürt coğrafyasında yaşanan idamlar ve
sürgünlerin detayını bilemezsek, 1990’lı yıllarda Güneydoğu’daki köyleri,
içindeki hayvanlarıyla yakarak, göç etmek zorunda bırakılan trajedinin acısını
hissedemeyiz.
1980’lerde sağ ve sol ayrımı yapmaksızın, “vatan haini”
damgası vurularak, bir kısmı işkencehanelerde geri kalan kısmını yurtdışına çıkmaya
zorlayan despot devlet anlayışını unutursak, bir karıncaya bile basmayan on
binlerce Cemaat mensubuna bugün “terörist / hain” muamelesine alkış tutmuş oluruz. Bir kısmı cezaevlerine, bir
kısmı, Meriç ırmağının ölümcül dalgalarına veya Kafkas dağlarının sert kayalıklarını
boylayan sürgün yolculuklarında, bugün yaşanan dramlar ve derin yaraların bıraktığı
acılardan bihaber oluruz.
1938 Dersim Katliamı’nda, Laç Vadisi ve Kutu Deresi bölgesinde
binlerce kadın ve çocuktan oluşan binlerce Dersimli’nin katliamına ve dramını
her an hatırlamazsak, 668 bebeğin 17 bin kadının cezaevinde suçsuz bir şekilde
işkence ve zulümle karşı karşıya bırakılışlarının duyarsızlığını ve despot
devlet anlayışını asla anlayamayız.
Hâsılı, Cumhuriyetimizin 94. Kuruluş yıl dönümünü, hep bu
trajedilerin gölgesinde karşılıyoruz.
Özetlediğimiz bu acıları, trajik ve dramatik olayları
gerçek anlamda anlayabilip, kavrayabilseydik ve dahi ders çıkarabilseydik,
kesinlikle bugünün Türkiye’sinde, baskının, hukuksuzluğun, adaletsizliğin ve faşizmin
hala her türlü zulmüne ‘Çanak tutan Cumhuriyet’e dönüşmezdik.
Duamız, dileğimiz: “Bu kadim coğrafyanın, her türlü
kültürle renklenen bu toprakların, bitsin acıları, son bulsun ‘ana’ların yası.
Mazlumlar,
mağdurlar yol bulsun sevdiklerine, yeniden, diz dize yüz yüze dursun, ana-oğul/
baba-evlat/ nihayetlensin özlemi. ” e.cansever@zamanaustralia.com.au