ENES CANSEVER-HAFTANIN YORUMU
29 Mayıs 1453’te İstanbul fetih edildi. Tarih boyunca önemli izler, güzel
eserler ve büyük adımlar atmış ‘Sultanlar, Padişahlar, Vezirler,
Cumhurbaşkanları ve Başbakanlar hep minnetle ve rahmetle anılmış.
Aksi
çabalarla ortaya çıkanlar, imkânları zulüm aracına dönüştürenler ise, bin bir
nefretle anılmış ve öyle hatırlanmışlardır.
Gerçek
sultanlar ve onların kötü takipçileri, kötü kopyaları diye diye iki tasnif
yapılabilir esasında.
İşte o
zaman Sultan Fatih, bu sultanların esaslısı olarak çıkar karşımıza.
Çünkü o
günkü İstanbul’da büyük bir güven iklimi oluşturur ve hiç kimsenin mabedine,
yaşam şekline dokunmaz.
Büyük
‘Emin’in izinde olanlar, gerçek Peygamber sevdalıları da böyle yaparlar.
Kıtaların,
coğrafyaların fethinden öte, sunulan emniyet,
ahaliye sağlanan hürriyet atmosferidir asıl fetih.
Yani asıl
‘Fethi Mübin’ gönüllerin fethidir, mühim
öncelik te budur.
‘Çakma Sultanlarını’ vatandaşına
zulüm eden siyasetçilerini ve idarecilerini görünce ‘Asıl Sultan’ların
kıymetini ve bıraktıkları mirasın önemini, iliklerimize kadar hissediyoruz.
29 Mayıs 1453, bir çağın
kapatılıp, yeni bir çağın açıldığı tarihtir.
İki kıtayı birbirine bağlayan İstanbul, Doğu Roma
İmparatorluğu’ndan, Osmanlı İmparatorluğu’nun eline geçti.
Bu Fethi Mübin’i gerçekleştiren
ordunun kumandanı ‘en mutlu’ kumandan, askerininse ‘en mutlu asker’ taltifine mazhar olduğu
anlamlı bir gündür.
Sultan Fatih, gemileri karadan yürüttüğünde 22
yaşındaydı.
Fatih, deniz kuvvetlerini
karadan ilerletip, Haliç sularına ulaştırabileceğini söylediğinde, birçok paşa
ve sadrazam bu düşüncesine karşı çıkmıştı.
Görüldüğü gibi, ismin
önüne veya sonuna eklenen “Sultan”lık, öyle hile hurdayla, güç, kuvvetle, ayak
oyunlarıyla yâda, kin ve nefret duygularıyla elde edilen bir paye değildir.
Milletin hak ve hukukuna çökerek, devletin gücünü arkasına
alarak, unvan elde edilemediği gibi, “Sultan” da olunamıyor, ülkenin “Padişahı”
da…
Sultan,
dünyalık peşinden koşan, yol arkadaşlarını buruşturup bir kenara atan, yolda
bulduklarıyla iş tutan biri olamaz.
Gerçek
sultanların sarayları, gönüller olmuştur hep.
O koca
sultanların bize bıraktığı yerler şimdi virane, onların izinde olduklarını
söyleyenler ise, zulümle yatıp, zulümle kalkmakta, her yeni güne, yeni eziyet
planlarıyla uyanmaktadırlar.
Masum ve hayırsever kadın
ve yaşlılara kelepçe taktırarak Sultan olunamıyor işte…
Ahali
her gün yeni bir karanlığa uyanmakta, şefkatli sultanlarını mumla aramaktadır.
Heyhat
ki, Şefkatten, merhametten, insanlıktan eser yok, günümüzün çakma
sultanlarında.
Adaletsiz rekabetle,
evladına, mal, mülk, saray, filolar elde
etmekle Padişah olunamıyor.
Yetim ve yoksulun
emeğiyle, mazlumun ve mağdurun hakkından çalınarak yapılan yerleşkeler,
tarihteki ecdat “külliyesi” yerini asla tutamaz elbet…
Onun için “Sultan Fatih’’in farkı, karadan
Haliç’e gemileri yürütmesiydi.
Bu nedenle, Bizansa’a karşı Haliç’e karadan yürütülen gamiler ile Akdeniz’de zalim ülkeye denizden petrol taşıyan gemiler aynı olamaz.
MEVLANA’NIN BABASININ SULTAN’A CEVABI?
Yazımı iki manidar olayla
bitireyim:
Birincisi,
geçmiş tarihten, günümüze dest çıkartılacak
öykü:
Charles Sturt Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Salih Yücel
Hoca’mın, aktardığı ve ülkemizin günümüz gerçeğini özetleyen enfes hadise
şöyle:
Olay Selçuklu Devleti döneminde Anadolu Selçuklu Devleti Sultanı Alaaddin
Keykubat’ın mükerrer ve hararetli davetleri neticesinde Konya’ya gelerek
yerleşen, Mevlana Hazretleri’nin Babası Muhammed Bahaddin-i Velet ile hükümdar
arasında yaşanır.
Sultan
Allaaddin Keykubat, Mevlana’nın babasına; “Efendim,
siz gönüller sultanısınız ben de ülkenin sultanıyım.
Biz ölünce ne olacak” deyince;
“Sultanım, siz ölünce sizin sultanlığınız bitecek; ama ben öldüğüm zaman asıl
benim sultanlığım o zaman başlayacak” demiş.
Bugün âlim ve kanat
önderlerine, meydanlarda saygısızca, seviyesizce saldıran, iftira atanlar, saltanatlığının
sona ermesiyle unutulup gidilecek.
Âlimler ise; ilmiyle ve
yetiştirdiği nesillerle, topyekûn insanlığa verdikleri hizmetlerinden dolayı
minnet ve rahmetle anılacaklar.
İkinci anlamlı olay yakın
tarihimizden…
İki gün önce 27 Mayıs
darbesinin yıl dönümüydü.
27 Mayıs 1960 askeri
darbesinin ardından Yassıada’da yargılanan Menderes, 17 Eylül 1961’de idam
edildi, cellatlar tarafından.
Darbenin üzerinden 58 yıl
geçti.
Merhum Başbakan Adnan
Menderes’in 17 Eylül 1961’de idam edilmesinden kısa süre sonra ailesine icra
mektubu gönderilerek, cezaevinde yediği yemek ile asıldığı darağacındaki ipin
ve kefeninin parası bile ailesinden isteyecek kadar zalim bir anlayış.
27 Mayıs’ta, Bâb-ı Ali’de
gazetecilik yapan Gürbüz Azak, 27 Mayıs darbe dönemi ve sonrasında şahit olduğu
manidar olay şu: “Cağaloğlu’nda dilenirken karşılaştığım ve Adnan Menderes’i
asan cellat olduğunu söyleyen kişi, 15 gün sonra Sultanahmet’te bir meyhane
önünde ölü olarak, bulundu.”
Kaderin tecellisi..
Mayıs
ayına girince Fatih’i hatırlıyor, O’nun sultanlığın düşünüyoruz ya.
Elde
olmaksızın bugünkü sözüm ona idarecileri hatırlıyor, pek tabii kahırlanıyoruz.
Mehmet Akif merhum da, gezer yurdu hep viranelikler görür, arar da bulamaz gerçek hakkı ve hukuku.
O günkü hükmünü şöyle dile getirir koca
şair:
“Müslümanlık mı galiba göklerdedir.”
Ve Koca Akif gibi biz de: O
sultanlar mı, galiba onlar da göklerde…e.cansever@zamanaustralia.com.au