ENES CANSEVER-HAFTANIN YORUMU
Nasıl kurarsanız kurun
cümleleri, tepki ve iç acınızı ifade gayretleri yetersiz kalacaktır böylesi bir
dramı anlatmaya. Kifayetsiz kalır sözler,
içinizde kalır bir açıdan her şey.
Anlatıyor gibi görünürsünüz
ama resmetmeye çalıştığınız yarım kalmıştır.
…Şüphesiz hicret edenlerin,
yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda kendilerine eziyet edilenlerin,
çarpışanların ve öldürülenlerin kötülüklerini örtecek ve kendilerini altından ırmaklar
akan cennetlere sokacağım. Bu Allah katından bir karşılıktır. Karşılığın en
güzel olanı Allah katındadır.” (Ali İmran, 3/195)
En karanlık dönemde, kapkara
bir çağda adeta yaşıyoruz.
İçinde
bulunduğumuz çağ, karanlılıkları ve zorbaları düşünülürse Ceziretülarab’ın
(Arap yarım adasının) zifiri karanlıklarını hatırlatıyor.
Cahiliye dönemi
yani…
Orta yerde bir
cemaat var, ısıracak dişi yok.
Arkasında devlet
gücü, güç kullanacak hiçbir imkânı yok.
Böylesi yoklarla
kuşatılmış bir cemaati, bu modern çağda böylesine bir zulmün arenasına terk
etmek, emsali görülmemiş bir gaddarlıktır.
Düşünün bir
öğretmen anne, baba ve sevgili yavruları, zalimden kaçıyor, kaçarken soğuk ve
kara sularda evlatlarıyla can veriyorlar.
Boğuluyor hem de
zalimden kaçarken…
Efendimizin
şahadet müjdesine mazlumiyetlerini ilave ederseniz, bir teselli penceresi
açılabilir bir açıdan.
Bu coğrafyanın kaderi mi
mazlumiyet?
Yaşanan zalimlikleri sembolize
eden hadiselerden ne ilki ne de sonuncusu gibi.
Nasıl Aylan bebek, Suriye’de
yaşananları resmediyorsa, bu olay da Anadolu coğrafyasında 21.asırda yaşanan
mezalimi, soykırımı anlatan önemli bir hadisedir.
Unutulamayacak bir dramdır.
Haber şöyle düştü internet
ortamına:
“Türkiye’de Hizmet Hareketi’ne yönelik zulümden
kaçan ailenin bindiği tekne Ege’de battı. Ailenin 3 çocuğuna ait cesetler
Yunanistan’ın Midilli Adası sahiline vurdu. Üzücü ve kahredici olayda anne ve 3
çocuk, ruhunun ufkuna yürüdüler.”
Heyhat ki, bu kara hem de kap
kara haberi yazacak ve nakledecek, televizyon kanalı da gazete de yok memleket
sathında…
Medyanın merkezi, çifte
maymunu oynayanlarla dolu.
Ege’nin karanlık suyunda yiten
üç can:
Baba Hüseyin Maden…
Anne Nur…
Evlatları; Nadire…
Bahar ve Feridun…
Esad’dan
kaçarken Can veren Kobanili Aylan Kürdi,
Evin avlusunda
oynarken kurşunlara hedef olan Cizreli minik Cemile,
Günlerce cesedi
sokak ortasında kalan Kürt annelerinden, Taybet Anne.
Bozulmasın diye
cesetleri buz dolaplarında saklanan Kürt çocukları, yaslı anneleri…
Aylanlar,
Cemileler, Nadireler, Baharlar, Feridunlar…
Zulmün kol
gezdiği coğrafyaların, ömrüne doyamayan evlatları ve onların gözü yaşı
anneleri…
Mazlumun dini,
mezhebi, etnisitesi ve mensubiyeti sorulmaz, sorulmamalı da…
Zira güzel
dinimiz İslam, ırkçılığın
her türlüsünü lanetlemiş, ayaklar altına almıştır.
Ezidisi,
Süryanisi, Hristiyanı, Kürdü, Hizmet mensubu…
Zalim
zulmederken renge, desene bakmıyor…
O, hayhuyunda,
zulmünün karanlık kollarında esir adeta…
Her gün yeni bir
entrika ve zulmün yeni boyutları…
HZ.ÖMER’İN
NUŞİREVAN’A MESAJI
Dicle Nehri’nin kenarında, bir
kurt kuzuyu kaparsa, Allah’ın adaleti gelir onu Ömer’den sorar” diyen koca
halifenin hassasiyetini anlatan bir hadiseyle yazımı tamamlayayım:
Halife Hz. Ömer döneminde, Şam Valisi Sad
b. Ebi Vakkas (r.a.) Şam’daki bir camiyi genişletmek ister.
Caminin etrafındaki arsaları
kamulaştırır.
Herkes arsasının bedelini
alır, ancak Şamlı Yahudi, camiye bitişik arsasını satmak istemez.
Değerin üstünde fiyat verilse
de rıza göstermez.
Bunun üzerine vali, bedelini
ödeyerek, arsaya el koyar.
Yahudi, komşusu olan
Müslüman’a derdini anlatarak; ‘Bana zulmedildi’ der. Müslümansa, Medine’ye
gitmesini ve derdini halifeye anlatmasını
tavsiye eder.
Arsa sahibi, Medine’nin yolunu
tutar.
Yorucu yolculuktan sonra
nihayet Medine’ye ulaşır.
Halifeyi sorar. Vatandaşlar
bir ağacın gölgesinde dinlenen halifeyi gösterirler.
Yahudi, Hz. Ömer’in yanına
gider.
Selam verip, derdini anlatır.
Halife, adamı dinler, sonra da
bir deri parçasının üzerine şu cümleyi yazar: “Bilesin ki, ben Nuşirevan’dan daha
az adil değilim.”
Kısa ve öz bir cümle.
Ama muhteva derin…
Anlamı, kitaplara sığacak
kadar zengin…
Yahudi yazıyı alıp ayrılır.
Ama yolda; “Şam’daki
idarecilerin giyim, kuşamı, ihtişam ve debdebesi nerde, Medine’deki halifede
bulunan tevazu nerde… Şam’dakiler şu mütevazi halifeyi ciddiye alırlar mı?”
diye söylenir kendi kendine.
Sonuç alınamayacağını
düşünerek, valiye gitmek de istemez.
Ama sonunda gitmeye karar
verir.
Valinin huzuruna çıkar ve
yazıyı uzatır.
Vali, bu kısa cümleyi
okuyunca, sapsarı kesilir.
Uzun süre başını kaldıramaz.
Sonra telaşla, ‘arsanız size
geri verilmiştir’ der.
Yahudi, hayret eder.
Şaşırır.
Derdini unutur adeta…
Merak içinde, neden bu kadar
sararıp, telaşlandığını sorar.
Şam Valisi Hz. Sad, bak der,
sana işin sırrını anlatayım:
İslam’dan önce Hz. Ömer’le,
İran’a ticaret için gittik.
Yanımıza 200 deve almıştık.
Orada cirit oynayan gençleri
seyrederken, birileri zorla develerimize el koydu.
Kalabalık bir çeteydi, bir şey
yapamadık.
Üzgün bir şekilde,
konakladığımız yere döndük.
Hanın sahibine sıkıntımızı
anlattık.
Hancı iyi ve yardımsever
biriydi.
‘Gidip krala durumunuzu
anlatın, o adil biri, mutlaka size yardım eder’ tavsiyesinde bulundu.
Bunun üzerine, huzura çıkıp,
şikâyetimizi bir mütercimle Kral’a ilettik.
Kral Nuşirevan dikkatle
dinledikten sonra, her birimize birer kese altın verdi, olayı inceleteceğini
söyledi.
Doğrusu biz de hancı da sonuçtan memnun olmamıştık.
Hancı ‘burada bir hata’ var,
gelin beraberce
gidelim, ben size tercümanlık yapayım’ dedi.
Huzura yeniden çıktık.
Durumu yeniden detaylı şekilde
anlattı hancı.
Bu defa Nuşirevan’ın yüzü
sapsarı kesildi.
Bir gün önceki mütercimi
çağırttı, azarladı.
Akşama kadar
develerimizin de geri geleceğini
söyledi.
Ancak şehri terk ederken
biriniz doğu, diğeriniz ise batı
kapısından çıkın talimatı verdi.
Akşam 200 devemiz kapıya
geldi. İşin sırrını tecrübeli hancıya sorduk.
Neler oluyor dedik.
Hancı: Sizin develerinize el
koyan kişi Nuşirevan’ın büyük oğlu ile veziridir.
Bunlar bir çete kurarak,
garibanların mallarına el koyuyorlar.
İlk gittiğinizde, mütercim
kralın oğlu ve veziri korumak adına, Nuşirevan’a yanlış tercüme etmiş.
Ben gerçek durumu anlatınca
Nuşirevan oyunu anladı.
Ertesi gün ben doğu kapısından
çıktım.
Çıkışta iki kişinin darağacına
asılı olduğunu gördüm.
Halk toplanmış seyrediyordu.
Kim bunlar?
Suçları ne, diye sordum.
Dediler ki, biri Nuşirevan’ın
oğlu diğeri ise veziridir.
Bunlar, buraya gelen iki
Arap’ı soymuşlar.
Kral da ceza olarak, ikisini de ipe
götürdü.
Hz. Ömer’in çıktığı kapıda ise
bizim şikâyetlerimizi yanlış tercüme ederek, kralın oğlunu korumaya çalışan
kişi ipteydi.
İşte Hz. Ömer senin eline
verdiği deri parçasının üzerine “Bilesin ki, ben Nuşirevan’dan daha az adil
değilim” sözüyle bana bu adaleti hatırlatıyor.
Halkına zulmedersen seni
darağacına çekerim diyor.
Şimdi anladın mı, neden benim
benzim sarardı?
Kıssadan hisse…
Evet, ne yazık ki,
bu kıssadan bugün hisse çıkarabilecek ne bir toplum ve Hz. Ömer adaleti ve ne
de Kral Nuşireven var. Aksine, Aylanların, Cemilelerin,Nadire,Bahar
ve Feridunlara yapılan zulüm
üstünde tepinen, alkışlayan vicdanları nasırlaşmış duyarsızlar.
Ama aziz dostlar, bugün mazlumlara bunu yapmak
kolay. Çünkü güçlüsün, kuvvetlisin, kapı kulları emrine amade…
El çırptın mı, yargı kulun kölen…
Yönettiğini zannettiğin memleket açık bir
hapishane…
Nice gaddar geldi geçti bu handan, seni de öğütür
bu değirmen, bila şüphe…e.cansever@zamanaustralia.com.au